Aile içi ilişkilerde sessizlik, çoğu zaman en yüksek ses olabilir. Küskünler romanı da tam bu noktada devreye giriyor: Üç kuşak arasındaki görünmez duvarları, suskunlukları ve gizli sevgileri ustalıkla görünür kılıyor. Hukukçu kimliğiyle bilinen yazar, bu kez kalemini hem mesleki deneyimi hem de güçlü anlatı diliyle buluşturuyor. Gündelik hayatta farkına varmadığımız duyguları çocukların gözünden, bir dedenin derinliğinden ve bir ödevin tesadüfî etkisinden yola çıkarak işliyor.

Romanın yazarı sevgili Behçet Çelik ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide hem karakterlerin iç dünyasına hem de yazarın üretim sürecine yakından bakıyoruz.

Keyifle okumanız dileğiyle…

Edebiyat sevdanız ve hukukçu kimliğiniz, bu romanda ilk kez bir araya geliyor. Mesleğinizin yanında uzun yıllardır süregelen yazarlık serüveniniz olduğunu biliyoruz; hatta henüz ortaokul sıralarında öyküler yazmaya başlamışsınız. Ancak Küskünler’de avukat kimliğiniz de romana güçlü biçimde yansımış. Bu birlikteliği yaratma fikri nasıl doğdu? Sizi bu romana getiren yolculuğu bizimle paylaşır mısınız?

Yakın ilişkilerdeki dinamikleri, duygusal gelgitleri, gerilimleri edebiyat metinlerinde didiklemeyi öteden beri severim. Sevgililik, kardeşlik, akrabalık; bunlar yakınlığın, paylaşmanın olduğu kadar gerilimin de yüksek olduğu bağlardır. Aynı zamanda bu ilişkiler insanın sınandığı yerlerin başında gelir. Kendimiz hakkında saptamalar yapmayı, şöyleyim böyleyim, demeyi severiz ama söylediklerimizi hayata geçirmek konusunda yakın ilişkiler en çok zorlandığımız alanlardır. Bu kertede yakınlıklarda sadece birbirimizle değil, kendimizle mesafemizi ayarlamak da hiç kolay olmaz. Bu yüzden sınanırız. Kuşak farkı da aile içi gerilimin bir başka nedenidir; baba-oğul da olsa iki insan dünyaya aynı yerden bakmıyor yahut dünya onlara birbirinin aynı görünmüyor olabilir, gördüklerine verdikleri tepkilerin taban tabana zıt olması da mümkündür. Bu konular üzerinde düşündüğüm bir gün aralarında böyle nedenlerle geçimsizlik olan bir baba-oğul hikâyesi yazmak geçti aklımdan. Bu temadaki bir metnin daha önce yazılıp yazılmadığı, yazılacak olursa metnin nasıl ilerleyeceği, baba-oğul arasında neler yaşanabileceği gibi sorular üzerine kafa yorduğumda baba-oğul arasındaki gerginliğin üçüncü kuşaktan birinde ne gibi etkileri olacağı sorusu öbür soruların önüne geçti, buradan ilerlemek gözüme daha cazip göründü: Doğrudan çatışan tarafları değil de bu çatışmanın dolaylı olarak etkilediği kişiye odaklanmak. Hikâyeyi buradan kurarsam üçüncü kuşak roman kişisinin genç, belki de ergen olması gerekeceğini düşündüm. Bu konu üzerine kuracağım hikâyenin roman mı öykü mü olacağını düşünmemiş, yazmaya başladıktan sonra yazdıkça tür de ortaya çıkar diyordum ama baş kişinin bir genç olması fikriyle beraber yazacağım metnin gençlik romanı olmasına karar verdim. Gencin, gençlerin gözünden onların diliyle anlatmak istedim bu hikâyeyi.

Açıkçası romandaki gençlerin çözüm olarak hukuki prosedürleri andıran bir yol izlemeleri, böyle bir oyun kurmaları başlarda aklımda hiç yoktu. Hukuk bahsi gençlerin bir oyun kurarak hayata müdahale edecekleri fikrinden sonra gelişti. Yani hukukla ilgili bir roman yazmak değildi niyetim; hukuk, romanın ilerleyebilmesi için bir çözüm olarak belirdi.

Ferhat’ın yaptığı bir ödev sayesinde dedesiyle babasının iki yıldır küs olduğunu öğreniyoruz. Ancak bu meseleye derinlemesine eğilmiyor; sınıf arkadaşı Gül ise konunun peşini bırakmıyor. Bu durum bana, yanımızdakilerin yaşadıklarına karşı kayıtsız kalma hâlimizi düşündürdü. Sizce en yakınlarımızın duygularına karşı zamanla körleşiyor muyuz?

Aslında kendimize karşı da körüz. Babasıyla dedesinin konuşmaması, aynı zamanda Ferhat’ın kendi sorunu. Onlara karşı ilgisiz olduğu kadar kendi derdiyle de yeterince uğraşmamış olduğunu varsayabiliriz. Olanları kabul etmiş, müdahaleden kaçınmış, birbiriyle konuşmayan bir baba ve dedesi olmasının kendi hayatında neleri eksiltiyor olduğuna da pek odaklanmamış. Belki biraz da büyüklerin dünyasına müdahale etme hakkını kendisinde görmemiş, bu hâl canını sıksa da bu yüzden kabullenmek zorunda kalmış. Gül ise farklı bir tutum alıyor. Müdahale edebileceklerine baştan inanıyor, pes etmiyor. Kendi o yaşlarımdaki hâllerimden de biliyorum, tanıdığım birçok gençte de gözlemledim: Ergenlik çağında hiçbir şey yapacak gücü, yetkiyi kendisinde görmemek de yaygındır, hiç pes etmemek, tutturdukça tutturmak da. Ferhat bir uçta, Gül öbür uçta, diyebiliriz sanırım.

Ferhat ve Akın birbirinden oldukça farklı karakterler ama aynı zamanda sıkı dostlar. Birbirlerini bu denli iyi tanımaları, kelimesiz anlaşabilmeleri, yaşları için oldukça etkileyici. Farklılıkların dostluklara kattığı değer üzerine siz ne düşünüyorsunuz?

Sanırım birileriyle hem farklılıklarımız hem de benzerliklerimiz bulunduğunda arkadaş oluyoruz. Arkadaşımız bizim hem benzerimizdir hem de bizden farklıdır. Ona kendimizi açabilmemizi sağlayan buymuş gibi gelir bana. Bize benzediği için bizi anlayacağını düşünürüz ama aynı zamanda bizden farklı, bir başkası olmalıdır ki bizim kendi kendimize kerelerce anlatıp çözemediğimiz şeyleri bir de onun bilmesi isteriz – sonuçta işimize yarayacak bir şeyler söyleyemese de bunların sadece içimizde kalmamasını sağlayan onun varlığıdır, onun bizden farklı oluşudur. Akın’la Ferhat’ı da böyle düşündüm. Kelimesiz anlaşabilen ama aralarında gerilimin de eksik olmadığı bir yakınlık, arkadaşlık düşündüm. Belki hafif bir kıskançlık da var, çokça mizaçlarının benzer olmaması da; ama iyi arkadaşlar. Büsbütün farklı kişiler olsalardı arkadaşlıkları böyle olmazdı. Mizah duyarlıkları, şakacılıkları birbirine çok yakın, kim bilir belki de birbirlerinden etkilenerek bir ara renge ulaşmışlar; ama her zaman iyi anlaştıkları da söylenemez. Mesela birlikte başkalarıyla pek güzel dalga geçiyorlar, ama birbirlerine böyle davrandıklarında ipler gerilebiliyor. Çatışmaları olmayan bir yakınlık değil, ama çatışmaları aştıkça güçlenmiş bir yakınlık. Çatışmaların nedeni de farklılıkları elbette, ama hepten küsüp birbirlerinden uzaklaşmamaları da ortak duyarlıkları sayesinde.

Eğer öğretmen bu ödevi vermeseydi ve Ferhat ödevi yanlış yapmasaydı, Gül ile arkadaşlığı hiç başlamayacaktı belki de. Bu durum, tesadüflerin ve küçük anların hayatımızdaki belirleyiciliğini düşündürüyor. Sizce eylemlerimiz ve onların sonuçları, bilinçli tercihlerimizin ürünü müdür; yoksa tevafuk dediğimiz güçlü bir akışın mı parçasıdır?

Farklı olasılıklara açık olmak ve bundan çekinmemek hatta bununla heyecanlanmayı bilmek önemli. Hayat bizim baştan büsbütün belirleyebileceğimiz bir şey değil; birçok olasılıktan birini yaşarız, o olasılık bizi bulunduğumuz yerden alır başka yere götürür, hikâyemiz böyle oluşur. O olasılığın gerçekleşip öbürlerinin gerçekleşmemesinin, hikâyenin öyle değil de böyle ilerlemesinin de tek bir nedeni yoktur. Bizim seçimlerimiz her durumda önemlidir ama dışsal nedenler de etkilidir. Dışarıdaki sayısız olasılığın neden olabileceği sayısız etkiye bunca açık olmamız nedeniyle, bilinçli tercihlerle eylemlerimizin her seferinde umduğumuz sonuca varacağını beklemek çok yerinde ve çok mantıklı görünmüyor bana. Önemli olanın beklemediklerimize pay bırakmamız, bunlar olumlu ya da olumsuz olabilir, fark etmez, ya da bu beklenmedik gelişmelerle ne yapacağımız olduğunu düşünüyorum. Bu beklemediklerimiz, öngörmediklerimiz, adına tesadüf ya da tevafuk dememiz de fark etmez, karşısındaki tutumumuz ne olacak? Her şeyi tesadüflere bırakmak güvensiz kılar bizi, hayatta kendimizi etkin bir özne olarak göremez oluruz. Tesadüf ya da tevafuk yerine yeğlediğim bir tabir var; William Saroyan’ın bir romanından ilham aldığım bir tabir: Hayatın göz kırpması. Bazen bize göz kırpar hayat, bunu beklemek ya da beklememek değil mesele, kırptığını fark ettiğimizde kabul etmek, göz kırparak selamını almak. Sürekli göz kırpacağını ummak da bizi edilginleştirecektir ama arada bu hareketi, bu göz kırpışı fark etmek bizim için belli belirsiz bir güven aşısıdır.

Şeref Dede, alışıldık dede figürlerinden oldukça farklı. Okuyan, düşünen, argoyu ölçülü ve yerinde kullanan, torununu ve torununun arkadaşlarını ciddiyetle dinleyen bir karakter. Bu yönüyle de oldukça idealize bir figür. Sizin gözünüzde Şeref Dede’nin anlamı nedir? Onu yazarken nelere dikkat ettiniz?

Bu yanlarıyla idealize bir karakter, haklısınız ama oğluyla konuşmayacak kadar da katı aynı zamanda. Bütün görmüş geçirmişliğine rağmen anlıyoruz ki kendisinden kaynaklanan kimi nedenler oğluyla ilişkilerini bir çıkmaza sokmuş. Oğlunun kendisi gibi biri olmadığını gözden kaçırmış, en hafif deyimiyle. Şeref Dede’yi olumlu ve olumsuz yanlarıyla beraber bir karakter olarak çizmeye çalıştım. Yaş aldıkça keyfi kaçmamış biri olsun istedim ama, hani derler ya, güzel yaşlanmış. Aksi bir ihtiyar değil, “kafa” bir dede olmuş. Biraz da dünyaya bakışının bir sonucu bu; görmüş geçirmiş ama kenara çekilmemiş, başkaları için bir şey yapmak isteyen, bunu önemseyen biri. Etkin olmayı seçmiş, edilgen olmamış, kendisini bir yerlere, hareketsizliğin rehavetine mesela, kapatmamış. Ne ki söz konusu kendi oğlu olduğunda tökezlemiş. Mum dibini ışıtmamış gibi bir hâl…

Küskünler başlığı, romanın temasıyla doğrudan örtüşüyor. Ferhat’ın çabası, babasıyla dedesini barıştırmak üzerine kurulu. Ancak romanda mahkeme sahnesi gibi farklı dramatik düzlemler de yer alıyor. Romanın ismine nasıl karar verdiniz? Bu ismin romanı taşıyacağına nasıl emin oldunuz?

Mahkeme sahnesini ima eden bir başlık romanın bütününü kuşatamaz diye düşündüm. Mahkemenin romandaki gençlerin hayatında arızi, geçici bir yeri var, bir soruna düşündükleri bir çözüm sadece, hatta son tahlilde bir oyun. Bu gençlerin aralarındaki yakınlık, arkadaşlık, birbirleriyle ve büyüklerle ilişkileri romanın bütününde mahkeme sahnesinden çok daha önemli. Küskünler başlığı gençlerin çözmeye çalıştığı meselenin adını koyuyor; ama sanki tersten de olsa aynı zamanda yakınlığı, arkadaşlığı ima eden bir yanı da var. Ancak sevdiklerimize, önemsediklerimize, arkadaşlarımıza küseriz. Bu iki yönlü oluşu nedeniyle yeğledim Küskünler başlığını.

Romanda zamanla oynayan bir kurgu var. Aslında sonu okurken bir anda romanın başına dönüyoruz. Şeref Dede’nin “Yaz da öğrenelim” çağrısına kulak veriyoruz. Bu kurgu yapısı bilinçli bir tercih miydi yoksa karakterler sizi bu yöne mi sürükledi?

Olaylar öyle gelişti! Baştan tasarlamamıştım. Şeref Dede’nin “yaz da öğrenelim” demesine neden olan olay aklıma geldiğinde romanı bu şekilde bitirebileceğimi de düşündüm. Birbirini tamamlayan bir durum söz konusu. Ferhat’ı bir şeyler yazmaya hevesli bir roman kişisi olarak belirlememiş olsam böyle bir kurgu aklıma hiç gelmezdi zaten. Yani romanın yazılmış kısmı bir biçimde yazılacak kısmı da belirliyor.

Son sorumu da yine eserin sonundaki dokunaklı cümlelerin sihrini bozmadan sormak istiyorum. Aile bireylerinin birbirini çok sevmesine rağmen korku, saygı ya da geçmiş kırgınlıklar sebebiyle birbirine sessizleşmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bazı ailelerde baştan sessiz bir bağ vardır; öyle kurulmuştur ilişkiler, öyle gider. Sorunuzu önceden sessiz değillerken zamanla sessizleşmeleri hatta romandaki gibi büsbütün sessizleşmeleri olarak anlıyorum. Bu durumda çok zaman yeniden konuşma imkânları mevcuttur ama bir nedenle her iki taraf da ilk adımı karşıdaki atsın istiyordur. Bu bir neden de kişinin kendisini haklı görmesidir çoğu zaman. Sanki ilk adımı atarsa haksızlık yaptığını kabul edecektir. Böyle durumlarda dışarıdan birilerinin müdahalesi, hiç değilse diyaloğu başlatması, sessizliği kırması çok önemli bence. Belki iki taraf da sessizlikten çok mutsuzdur ama nereden nasıl başlayacaklarını bilemiyorlardır. Bir de bana şöyle gelir kimi zaman. Konuşmaktan kaçınan çok zaman aslında kendi haklılığından o kadar da emin değilmiş gibi görünür. Böyle diyorum ama bunların genellemeler olduğunun da farkındayım. Bazen vaktiyle karşılıklı olarak o kadar çok bağırılıp çağırılmıştır ki ses iki taraf için de ürkütücü hâle gelmiştir, dolayısıyla çıt çıkarılmaması, ortalığın çarçabuk alev almasından korkulmasından ötürüdür. Dolayısıyla sessizlik bir yanıyla aradaki bağa ve karşıdakine verilen önemden kaynaklanıyor da olabilir.