Dört genç. Farklı kültürler.
Ortak bir arayış: aidiyet.
Aile, seni dünyaya getirenlerden değil; senin için emek verenlerden oluşur.
Annelik, bağ kurmak, terk ediliş ve yeniden başlamak üzerine sarsıcı ama derin bir hikâyeyle karşılaştım. Bu hikâye, içimdeki kaygıları da umutları da besledi; zihnimde birçok soru uyandırdı.

Bugün sizleri, Luigi Ballerini’nin On8 Kitap etiketiyle raflarda yerini alan son kitabı “Kırmızı Paltolular” ile tanıştırmak istiyorum. Annelik, dostluk, aidiyet ve emek gibi kavramları odağına alan bu güçlü anlatıyı konuştuğumuz söyleşimizi keyifle okumanızı dilerim.

Kırmızı palto imgesine hikâyenin en başından sonuna kadar rastlıyoruz. Bu imgede, şefkat ve görülme arzusu çağrışımı aldım; aynı zamanda olay örgüsünün etkisiyle kırmızı bana kanı da düşündürdü. “Kırmızı” ve “palto” sözcüklerini bir metafor olarak seçmenizin özel bir nedeni var mı? Bu seçimi neyin tetiklediğini öğrenebilir miyiz?
Beni derinden etkileyen bir film, Spielberg’ün Schindler’in Listesi’ydi. Filmin ikonik sahnelerinden birinde tek renk, yalnızca küçük bir kızın giydiği kırmızı paltodur. Palto, hem koruyucu bir şeydir hem de gizleyicidir aslında; bu yüzden romanda kullanmak için kusursuz bir sembol gibi göründü bana. Kırmızıya gelince: Evet, aşkın, tutkunun ve ateşin rengidir; ama aynı zamanda evrensel bir uyarı işaretidir.
Eserdeki baba figürleri hakkında konuşmak isterim. Biyolojik babalar edilgen; üvey babalarsa daha çok çatışma anlarında dengeleyici ve yatıştırıcı bir konumda yer alıyor. Gerçek yaşamda babaların çocukların hayatındaki rolünü siz nasıl tanımlarsınız?
Bazen doğal olarak ortaya çıksalar bile, sabit ve keskin çizgilerle ayrılmış roller fikrine pek sıcak bakmıyorum. Örneğin, bebek bakımının ilk evrelerinde annenin baskın ve çoğu zaman yeri doldurulamaz bir rol üstlendiği durumları düşünebiliriz. Ama ben, bir çocuğun “annesiyle” ya da “babasıyla” olan ilişkisinden ziyade, ebeveynlerinin birbiriyle olan ilişkisi üzerinden şekillendiğine inanıyorum. Demek istediğim şu: Evdeki anne baba ilişkisinin niteliği, çocuğun gelişimi açısından son derece belirleyicidir. Ebeveynlerin birbirlerine nasıl davrandığı, birlikte nasıl bir hayat yaşadıkları gerçekten çok şey ifade eder. Bu açıdan baktığımda, bana göre babanın en temel rolü, eşine iyi davranmak, ona saygı göstermektir. Bunu yaptığında, aslında çocuğu için –belki dolaylı olarak da olsa– çok önemli bir şey yapmış olur.
Romanda “kırmızı paltolular”ın talepleri “canavarlık” olarak nitelendiriliyor. Beni oldukça zorlayan bu bölümü, daha çok annelerin çocukları üzerinde söz hakkı istemesi ve sahiplenme duygusuyla hareket etmesi şeklinde yorumladım. Ancak anne-çocuk ilişkisinde ortaya çıkabilen bencilliği de göz ardı edemiyorum… Size göre anne-çocuk ilişkilerindeki güçlü ve karmaşık dinamikleri nasıl anlamalıyız?
Bir annenin, çocuğunu doğduğu andan itibaren kendisinden ayrı bir özne olarak görmesi, onun “başka” bir birey olduğunu fark etmesi ve bu farklılığına saygı duyması çok önemlidir. Bu bakış açısı, çocuğun gelişimini ve anneden sağlıklı bir şekilde ayrışarak bireyleşme sürecini destekler. Bazen çocuklarının büyüyüp bağımsızlaşmasından kaygı duyan, endişelenen anne babalarla karşılaşıyorum. Oysa aslında tam da bu, onların en temel görevidir: Çocuklarını, dünyada güvenle var olabilen yetişkinler haline getirmek. Çocuğunuzun, gerçeklikle anlamlı bir ilişki kurabilen, hem kendi iyiliğini hem de ortak iyiliği inşa edebilen sorumlu bir bireye dönüşmesini izlemekten daha büyük bir mutluluk yoktur.
Farklı kültürlerde ve ailelerde büyüyen dört çocuğun, karar verme anlarında yaşlarına rağmen sergiledikleri farkındalık, biyolojik bağların tek başına yeterli olmadığını; ilişkilerde esas olanın emek olduğunu düşündürdü bana. Sizce ilişkilerde kan bağı nasıl bir bağlayıcılık yaratır? Gerçek bağ, genetik mi yoksa deneyimlerden mi doğar?
Kan bağı elbette vardır, ama bence bu bağ, paylaşılan deneyimlerle pekiştirildiğinde anlam kazanır. Kardeşleri düşünün mesela. Sadece aynı aileden geliyor olmak, her zaman değerli ya da karşılıklı besleyici bir ilişkiyi garanti etmez –hatta bazen tam tersi olur, özellikle miras gibi konular söz konusu olduğunda. Bir kardeşe sahip olmak gerçekten bir armağan mıdır, değil midir, bu tamamen kurulan ilişkiye bağlıdır. Hepimiz biliriz ki özellikle ergenlik döneminde arkadaşlıklar merkezi bir yere yerleşir; öyle ki, arkadaşlar çoğu zaman insanın “evi”ne dönüşür. Ben insanın, ailesiyle dostluklar kurabildiğinde ve dostlarında bir aile hissi bulabildiğinde gerçek anlamda mutlu olduğuna inanıyorum.
Mucize, tesadüf ya da tevafuk… Bu çocukların hayatında meydana gelen dönüşümler, ilk başta onları sevindirse de zamanla bir tedirginlik doğuruyor. Konfor alanlarından çıkıp emek vermenin önemini dile getiriyorlar. Oysa günümüz tüketim kültürü, özellikle gençlere “hızlı ve çabasız erişim” fikrini empoze ediyor. Sizce çaba ile elde etmenin güzelliğini ve kalıcılığını genç nesle nasıl anlatabiliriz?
Bence günümüzde gençleri eğitirken üzerinde en çok durmamız gereken meselelerden biri şu: Emek ile sonuç arasındaki bağı yeniden kurmak. Çünkü başarı kendiliğinden ya da ânında gelmez, ancak çaba ve kararlılıkla mümkündür. Bazı influencer’ların olumsuz örnek oluşturmasının temelinde de bu yanılsama yatıyor: Az bir çabayla, çoğu zaman herhangi bir bedel ödemeden, sadece “parlak bir fikirle” zengin ve ünlü olunabileceği düşüncesi. Bu efsane, bazen girişim dünyasına atılan genç yetişkinleri de yanıltıyor, her şeyin doğru fikirle çözülebileceğine inanmalarına yol açıyor. Oysa en iyi fikir bile, hayata geçebilmek için emek ister. Aslında ders çalışmak da bu mantığı yansıtır: Bugünkü emeğimi, ancak ileride kullanabileceğim beceriler kazanmak için harcarım. Yetişkinler olarak bu değerlerin savunuculuğunu, gençlere söylediklerimizden çok kendi davranışlarımızla göstermeliyiz. Ne yazık ki çoğu zaman işimizi küçümseyerek, onu bir yük gibi görerek biz kendimiz bu değerlerin altını oyuyoruz.
Biyolojik annelerin, geçmişte çeşitli nedenlerle ellerinden kayıp giden hayatları geri istemeleri dikkat çekici bir tema. Bu arzuyu, bir psikanalist perspektifiyle nasıl değerlendirirsiniz? Geçmişe dönme isteği, bireysel kimlik ya da annelik duygusu açısından nasıl okunabilir?
Psikanalitik bir bakış açısından geçmişe dönme arzusu, “yas kompleksi”nin bir dışavurumu ya da bir tür “köklere duyulan özlem” olarak yorumlanabilir. Biyolojik anneler, yitirdikleri hayatların ve çocukların yasını tutarken, eksik ya da parçalanmış hissettikleri kimliklerinin temel bir parçasını bilinçdışı düzeyde yeniden kurmaya çalışırlar. Freudyen anlamda bu, kayıp ya da ayrılık travmasının benlikte açtığı yarayı onarma çabası olarak görülebilir. Çünkü geçmiş, onlar için hâlâ “anne” olduklarını hissettikleri zamandır. Geride kalana dönme arzusu, bir tür psikolojik savunma biçimine dönüşür; hayatlarına anlam katan, fakat zamanla ellerinden alınmış bir rolü geri kazanma girişimidir. Anneleri yazarken –elbette romanın kurmacası içinde– onlara derin bir şefkat duydum. Sevgileri öylesine mutlak, hatta bana kalırsa neredeyse kutsallaştırılmış bir hal alıyor ki, sonunda bencil bir biçime bürünüyor; çocuklarını gerçekten görebilme yetisini yitiriyorlar.
Biyolojik annelerin çocuklarından kopuşu, trajik nedenlere dayanan hikâyelerle anlatılıyor. Bu kadınların evlatlarını geride bırakmaları çok güçlü biçimde yansıtılmış. Okurda “terk etmek değil, zorunda kalmak” hissi hâkim oluyor. Böylesine sarsıcı ama anlayış uyandıran bir sonu tercih etmenizin ardında nasıl bir anlatı ya da duygusal gerekçe vardı? Bu sonu yazma nedeninizi paylaşır mısınız?
Benim için fantastik ögelerin her zaman mantığa dayalı olması çok önemli. Yaratıcı yazarlık okulumdaki gençlere de özellikle bunu aktarmaya çalışıyorum: Bir tema ne kadar hayal gücüne dayalı ya da gerçeklikten uzak olursa olsun, okurda gerçekten yankı bulabilmesi için mantıksal bir yapı üzerine oturması gerekir. Bu kitapta, “geri dönen” anneler vardı ve bunun neden özellikle onların başına gelmiş olabileceğini bir şekilde “haklı çıkaracak” ortak bir ögeye ihtiyaç duydum. Bunu, kayboluşlarının ani ve trajik koşullar altında gerçekleşmiş olmasında buldum; öylesine sarsıcı koşullar ki, ne doğru dürüst bir vedaya ne de anlamlı bir ayrılığa izin vermişti. Bu durum, yeniden buldukları çocuklarına yönelttikleri o akıl almaz isteği de kısmen açıklıyor: Hiçbir şey olmamış gibi birlikte yaşamaya devam etmek… En azından onların gözünde.

Edebiyat öğretmeni olmanın yanında çocukluk hayalinin peşinden emin adımlarla ilerliyor. Kendi platformunu oluşturarak dostlarını bir araya topladı. Dostlarıyla sanatın her alanında üretim yapıyor ve inatla yapmaya devam edecek. Saplantılı edebiyat takipçisi. Kimi zaman Kafka’nın böceğinin peşinde, kimi zaman Slyvia Plath’in kafasını soktuğu fırının içinde. Kimi zaman Dostoyevski’nin yarattığı ‘Öteki’ ile ilgileniyor.