Doğayla bağımızın giderek zayıfladığı bir çağda, Sabri Safiye’nin “Büyük Uyku” adlı eseri bizleri hem içsel hem çevresel bir uyanışa davet ediyor. Kitabın merkezinde yer alan Kerem, botanik bilimine gönül vermiş bir genç. Bu sevginin doğuş hikâyesi ile buluşmak, Kerem ile tanışmak, Nergis’in bilgeliğinde doğaya dönmek bana çok iyi geldi. Sizler de tanışın istedim onlarla.

Günışığı Kitaplığı aracılığıyla okurlarıyla buluşan “Büyük Uyku”, sade dili, güçlü temaları ve doğaya duyarlı bakış açısıyla hem gençlere hem de yetişkinlere hitap eden özel bir kitap. Bize hem doğayı hem de kendimizi yeniden hatırlatıyor.

Büyük Uyku’yu büyük bir merakla, çoğu zaman hüzünle ve umuda kapı aralayarak okudum. Sabri Safiye ile söyleşmek elzemdi bu anlamda benim için.
Keyifle okumanız dileğiyle.
Kitabımızın anlatıcısı ve başkarakteri Kerem, botanikçi yani bitkibilimci. Siz de kurguda Kerem’in bu mesleğe yönelme nedenlerini detaylandırıyorsunuz. Ailesi bu tercihi desteklese de günümüz dünyasında doğadan kopmuş bireyler olarak, parasal karşılığı olmayan bir meslek toplumda çoğu zaman karşılık bulmuyor. Özellikle hukuk, mühendislik ve tıp gibi mesleklerin tercih edildiği bir düzende, doğayla ilgili alanlara yönelmenin önemi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çocukların meslek tercihlerine bakarak yaşadığımız çağın ruhunu anlamak mümkün olabilir. İlginç olan şu ki, nesilleri yönlendiren etkenleri sadece mevcut duruma bakarak yorumlayamayız. Henüz gerçekleşmemiş olan da belirleyici oluyor. Yani çağın ruhu derken, aslında geleceğe dair beklentileri, hayalleri de kastediyoruz. İnsan, ayakları şimdiye basan ama yüzü daima geleceğe dönük bir varlık. Dolayısıyla çocukların seçtiği meslekler, çağımızın onlara nasıl bir gelecek beklentisi sunabildiğiyle yakından ilgili. Bence bu konuda ciddi bir kriz yaşanıyor. Gelecek artık daha iyi değil, daha kuşkulu bir konuma yerleşmiş durumda. Oysa tam tersi olmalı. Geleceği, bugüne göre daha olumlu hayal edebilmeliyiz ki, şimdinin sorunlarıyla başa çıkabilecek gücü, isteği bulalım. Örneğin küresel ısınmanın yarattığı olumsuzluklar artık gündelik bir konu haline gelmiş olmasına rağmen büyük bir sessizlikle kabullenilmişe benziyor. Herkes belli bir süre sonra gezegenimizde yaşamı sürdürmenin çok daha zor olacağının farkında ama bu gidişi durdurmak üzere harekete geçen çok az kişi var. Ben bu durumu öğrenilmiş çaresizliğe benzetiyorum. Üzerimize çöken bu çaresizlik hissini ancak daha iyi bir dünya hayalinin yeşerteceği umutla kırabiliriz. Bu da hayal gücü, cesaret ve bilgi istiyor. Başarabilirsek, o zaman çağın ruhu da kısa dönemli çıkar beklentilerinin, bireysel güvence arayışlarının beyhude döngüsünden kurtulup, gerçekten değerli olana, yaşamsal olana, daha iyi bir gelecek umuduna yer açabilir. İşte o zaman çocukların meslek seçimlerinde doğayla ilgili alanlara yöneldiklerini daha çok göreceğiz diye umuyorum.
Kerem üniversite sonrasında eğitimine devam etmek için odasından ayrılıyor ve bazı eşyalarıyla vedalaşmak zorunda kalıyor. Bu süreci “İnsanın bazı şeylerden ayrılabilmeyi öğrenmesi gerekiyor,” diyerek tanımlıyor. Hepimiz küçük yaşta annemizden, oyuncaklarımızdan kopmakta zorlanırken, büyüdükçe bu tür vedalar çoğalıyor. Sizce, bazı şeylerden ayrılmayı öğrenmek neden önemli? Bu duygusal vedaların birey üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben olmak, ayrılmayla başlıyor ve devam ediyor, sizin de örneklediğiniz gibi. Ama “ben yolculuğu” devam ederken, bir taraftan da birçok şeyi kendimizin bir uzantısı, neredeyse ayrılmaz parçamız hâline getirmekteyiz, bizi biz yapan, onsuz yapamayacağımıza inandığımız şeyler. Kısacası hiç bitmeyecek bir sandalye kapmaca oyunu oynanıyor adeta. Bir şeylerden ayrılıp, başka şeylere yer açmamız gerekiyor, kişisel değişim ancak böyle mümkün oluyor. Bağlanmak kötü bir şey değil; aksine kişilere, mekanlara, nesnelere ve fikirlere bağlanabilmek bizi insan yapan en önemli özelliklerden biri. Fakat gerektiğinde bağları çözebilmek de çok önemli. Eğer bunu başaramazsak, yani yaşam yolculuğumuzda bize eşlik edemeyenleri, engel olmaya başlayanları geride bırakamazsak, geçmiş, bir tuzak ağı gibi üzerimize çöker, bizi kıskıvrak yakalar, hareketsiz kılar. Çocukluktan yetişkinliğe geçişte bu daha önemli hâle geliyor. Zor olan, hangi bağların ömrünü tamamladığına, artık çözülmesi gerektiğine ya da nasıl çözülebileceğine karar vermek. Buna, olgunlaşma veya kendini tanıma desek yanlış olmaz. Kerem’in önündeki kritik soru da bu. Çünkü bazen, “çoktan geçmişte kaldı” dediğimiz şeylerin halen derinlerde kökleri olduğunu ve eğer o derinliklere dalmazsak asla geride bırakamayacağımızı fark edebiliriz. Büyük Uyku bir bakıma Kerem’in kendisiyle karşılaşmasının öyküsüdür. Bunu yapmazsa, hayatının bir sonraki adımını atamayacak, yeni bağlar kuramayacak. O, bunun ayırdına varıyor. Değil mi ki, her başlangıç bir sondur ya da tam tersi.
Kerem’in babası devlet memuru bir mühendis olduğu için çocukluğu boyunca birçok şehirde yaşamış. Bu durum, sürekli çocukluk arkadaşlarını geride bırakmak ve yeni ortamlara alışmak zorunda kalmak anlamına geliyor. Bu bir yandan zenginlik ve çeşitlilik sağlarken, bir yandan da aidiyet duygusunu zorlayıcı hale getirebilir. Sizce yaşadığımız yerler, meslek seçimimizden kişisel gelişimimize kadar hayatımıza nasıl yön verir?
Meslek seçimi önemli bir karar. Denilir ki, bizi biz yapan tercihlerimizdir. Peki, neyi tercih edeceğimizi belirleyen nedir? İnsanı şekillendiren süreçlerin tekil bir varlıkta, yani diğerlerinden ayrıştırılabilir bir bireyin kapsamı içinde olup bittiğini düşünmek çok yanıltıcı olacaktır. “Bizi biz yapan”, hatta en başta “insan yapan” şeyler daima birden fazla bireyin ilişkisel süreçlerinde aranmalı. Bu bakımdan biraz önce bahsi geçen bağların son derece önemli olduğu anlaşılıyor. Yaşadığımız mekânlar, orada kurduğumuz ilişkiler, akan yaşamın ritmi, bakışımızı çerçeveleyen manzara, tüm bunlar bize bir “dünya” kuruyor. Bir zorunluluk nedeniyle sürekli mekân değiştirmek, henüz hazır olmadan bazı şeyleri geride bırakmak… Bu, ayak uydurması zor bir durum. Her seferinde dünyamızın yenilenmesi, yani kendiliğimizin tekrar kurulması anlamına geliyor. Diğer taraftan büyük bir fırsat olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü bambaşka bir perspektif çeşitliliği sunuyor bize. Bir çocuk, bu akıntının girdaplarına kapılıp çok zorlanabilir ama ister istemez edineceği zenginlik ona daha evrensel bağlar, daha geniş bir ufuk elde etme imkânı sunacaktır. Kerem’in yolculuğunu böyle okumakta fayda var.
Kerem’in ailesiyle taşındığı kasaba, sırtını gür ormanlara yaslamış, doğal güzelliklerle çevrili bir yer. Ancak bu doğallık, kasabaya açılan maden ocağı ile tehdit altında. Her ne kadar maden kasabaya ekonomik gelişme sağlasa da bir karakterin “İnsanın sağlığı bozulur, huzuru kaçarsa parayı ne yapacak?” sözleri durumu sorgulatıyor. Gelişme ve tahribatın iç içe geçtiği günümüz dünyasında, doğaya zarar vermeden ilerlemek sizce mümkün mü?
Bu konuda ne söylersek söyleyelim, önünde sonunda “İlerleme nedir?” sorusuna varıyoruz. Ben bu soruya, insan topluluklarının daha iyi yaşayabileceği bir durumdur diye cevap vermek taraftarıyım. Daha iyi yaşamaktan kastım, öncelikle özenli, sağlıklı, güvenli ve geleceğe dair umut dolu bir yaşam. Yarının, bugünden daha iyi olabileceğine inanmayı mümkün kılan bir yaşam. Fark edilecektir ki bu tanım, kaçınılmaz olarak daha büyük şehirler, daha endüstriyel bir toplum, daha hızlı bir yaşam varsaymıyor. Aksine, öncelikle daha dengeli ve kucaklayıcı bir gezegen ve yaşamı besleyen isteklerin, onu kemiren hırslara dönüşmediği bir toplum gereksiyor. Teknoloji bu anlamda iyi veya kötü bir etken olarak değil, bir dünya kurgusu olarak anlaşılmalı. Birden fazla teknoloji ve birden fazla ilerleme anlayışı mümkün. Eğer ilerlememiz ve teknolojimiz doğayla uyumlu olmayı önceleyen bir perspektif sunuyorsa, o zaman gelişme ve tahribatın eş anlamlılığını ortadan kaldırabiliriz. Ama bugün maalesef o noktada değiliz.
Kerem’in fen bilgisi öğretmeni, öğrencilerinden farklı ağaçlardan yapraklar toplayıp, bunları kartona yapıştırarak hangi ağaca ait olduklarını yazmalarını istiyor. Bu basit ödev, Kerem’in ormanla ilk defa gerçek anlamda temas etmesini sağlıyor. Kitaplardan, filmlerden tanıdığı doğanın içine adım atıyor ve ne kadar kopuk yaşadığını fark ediyor. Beton yığınları içinde büyüyen çocukların doğayı tanıyamaması sizce ne kadar çarpıcı? Doğadan bu kadar uzaklaşmamız üzerine neler söylersiniz?
Son derece endişe verici bir durum. Dediğiniz gibi betonun arasına sıkışmış birkaç ağaçtan, yol kenarlarına veya saksılara ekilmiş üç beş çiçekten fazlasını görmeyen nesiller yetişiyor. Ama bu aslında sadece buzdağının yüzeydeki kısmı. Bu kopuşun çok daha ciddi bir boyutu var. Keza, Kerem’in öyküsü de sadece ormanı tanımaktan ibaret değil. Doğa dediğimizde, insan olarak bütün duyumlarıyla kendi bedenimizi de dikkate almamız gerekiyor. Zihin ve beden ayrışamaz şekilde birbirlerine dolanık kavramlar. Günümüzde dijital teknolojiyle birlikte tamamen sanal personalar, sanal bedenler oluşturmuş durumdayız. Özellikle çocuklar, dünya ile ilişkilerinin büyük kısmını internet üzerinden kuruyor. Fiziksel beden deneyimin yerini sanal uyaranlar alıyor. Bedenlerimize birer uzantı gibi eklenen dijital araçlar, mekân ve zaman bütünlüğünü parçalıyor. Kısacası, kendi doğamıza yabancılaşıyor ve uzak düşüyoruz. Doğadan kopuşun en kritik yönünün bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü bitkiler ve hayvanlarla, yaban coğrafyayla kurulan ilişki aslında kendi varlığımızı tanımamızın bir dolayımıdır. Bir bitkiyle, bir hayvanla geliştirdiğiniz bağ, içten içe sizi inşa eder. Günümüzde yetişkinleri ve özellikle çocukları tehdit eden en büyük sorunlardan biri bence budur.
Kerem, ormanda Nergis adında yaşıtı bir kızla tanışıyor. Nergis, doğadaki her şeyin—bitkilerin, hayvanların hatta taşların bile—bir dili olduğunu söylüyor. Başta Kerem için bu anlamsız görünse de zamanla bu bakış açısına yaklaşıyor. Pandemi döneminde şehirlerde kuş seslerini duyduğumuz o sessizlik zamanlarını hatırlarsak; sizce insanoğlunun başka hiçbir canlıya yaşam şansı tanımayan bu bencilliği bizi hangi güzelliklerden mahrum bırakıyor?
Pandemi gerçekten önemli bir olaydı. Virüs dediğimiz, canlı olduğu bile tartışmalı çok küçük bir varlığın, doğaya hükmettiğini düşünen insanı ve onun uygarlığını ne hâllere sokabildiğini gördük. Canlılık aleminde kurduğumuz hiyerarşi piramidi, kısa süreliğine ters döndü. Dediğiniz gibi ilk kez çılgın kalabalığın sokaklardan çekildiğine şahit olduk. Şehir susunca başka sesler duyulur oldu. Kerem’in de deneyimlediği gibi, kulak verdiğimiz aslında kuş veya yaprak sesleri değil, onlar sayesinde duyabilmeye başladığımız kendi iç sesimizdir. Bu ses sayesinde, sadece kendimizle değil, parçası olduğumuz doğayla da yeniden tanışıp barışma imkânına kavuşuyoruz. Bizi sürekli değişime, dönüşüme taşıyan farklılıkların uyumunu yakalamaya başladığımızda, işte o zaman güzellik ortaya çıkıyor. Bir sanat eserinde de bir doğa parçasında da bizi büyüleyen şey yaşamın özü olan farklılıkların bu uyumu değil mi? Kendimize iç sesimizi dinleme şansını vermeliyiz. Çocuklara doğaya kulak vermeyi öğretmek bu nedenle önemli.
Kerem ve Nergis, ormanda neredeyse her gün buluşarak keşifler yapıyor. Mantarları gözlemliyor, ulu sedir ağacına kadar tırmanıyor ve maden ocağının doğada açtığı tahribatla yüzleşiyorlar. Doğayı ‘büyük uyku’ya yatmaktan kurtarmak için harekete geçmeleri gerektiğini fark ediyorlar. Sizce bilgi ve gözlem, cesareti besleyen unsurlar mıdır? Gençlerin doğaya dair farkındalıkla harekete geçmeleri üzerine neler düşünüyorsunuz?
Cesaret gerçekten de zaman içinde belli şartlarda oluşabilen bir özellik. Onu besleyen unsurlar olarak belirttiğiniz bilgi ve gözlemin yanına ben merak ve sevgiyi de eklemek isterim. Kerem’i de harekete geçiren bunlar değil mi? Nergis’in onu tanıştırdığı büyüleyici dünya, tüm bu unsurları en yüksek seviyeye çıkarıyor. Bu nedenle Kerem, kendisini de şaşırtan bir cesaretle eyleme geçerek Nergis’e eşlik ediyor. Sadece gençleri değil, yetişkinleri de doğa için bir şeyler yapmaya yöneltecek olan, merak ve gözlemle oluşacak bir sevginin bilgiyle desteklenmesi olacaktır. Merak olmadan yönelmek, gözlem olmadan fark etmek, bilgi olmadan anlamak ve sevgi olmadan, yani içten kurulmuş bir bağ olmadan cesaret etmek mümkün değil. Ancak böylece, neyi nasıl korumamız veya değiştirmemiz gerektiğini fark edebiliriz ve kendimizi bunu yapmaya hazır hissederiz. Demek ki öncelikle merak yetisinin canlandırılması ve diri tutulması gerekiyor. Biz kimiz ve bir şiirde çok güzel ifade edildiği gibi, bütün bu dalların, köklerin arasında yerimiz nedir? En gölgeli sorularla görünürün ardındakini konu ederek, duyguların ve cesaretin kaynağı kalbe ulaşabilen edebiyatın ve genel olarak sanatın üstlendiği rol bence çok önemli.
Nergis, otacılık bilgisini ninesinden öğrenmiş. Bu bağ, yalnızca fiziksel birliktelikten değil, derin bir duygusal ve kültürel aktarım üzerinden kurulmuş. Biz kimi zaman aynı çatı altındakilerle dahi ilişkilenemezken, Nergis’in vefat etmiş ninesiyle kurduğu bu bağ genetik bir miras olabilir mi sizce? Bilginin ve karakterin aktarımında genetik ve sezgisel faktörlerin rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kültürel aktarımın da tıpkı genetik aktarım gibi gerçekleştiğini öne süren, hatta “gen” benzeri, kültürel yapı taşlarından söz eden araştırmacılar var. Bir insanla tanıştığımızda, sadece bir bireyle değil, onun nezdinde ifadesini bulan evrimleşmiş değerler, alışkanlıklar, adetler, görme biçimi mirasıyla da karşı karşıya olduğumuzu unutmayalım. Buna habitat diyebiliriz. Yetişkinler, çocuklara, gençlere bunu aktararak onları “yetiştiriyor”. Dolayısıyla hepimiz, farkında olalım ya da olmayalım, bizden önce yaşamış olanların birikimini devralarak yola çıkıyoruz. Nergis, belki de çok genç yaşta yakalandığı hastalıkla başa çıkabilmek ihtiyacıyla bir adım öteye giderek, ninesini şahsen hiç görmemiş olsa da ninesinin temsil ettiği bir geleneği, bilgi ve deneyim dağarcığını tümüyle üstlenmiş, kendi yolunu onun yoluyla özdeşleştirmiş bir çocuk. Hatta adını da onunkiyle değiştirmiş. Böylece ninesi sadece anılarda yaşayan bir otacı, bitkilerin dilinden anlayan bilge bir kişi değil, yol gösteren, Ayşe’nin varlığını güçlendiren, anlamlandıran bir arketip olmuş. Bu nedenle, Ayşe artık Nergis’tir demek yanlış değildir; gerçekten de Nergis, Kerem’e hiç yalan söylemedi.
Edebiyat öğretmeni olmanın yanında çocukluk hayalinin peşinden emin adımlarla ilerliyor. Kendi platformunu oluşturarak dostlarını bir araya topladı. Dostlarıyla sanatın her alanında üretim yapıyor ve inatla yapmaya devam edecek. Saplantılı edebiyat takipçisi. Kimi zaman Kafka’nın böceğinin peşinde, kimi zaman Slyvia Plath’in kafasını soktuğu fırının içinde. Kimi zaman Dostoyevski’nin yarattığı ‘Öteki’ ile ilgileniyor.
